top of page

ORUÇ İBADETİ

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen Arapça savmın (sıyâm) Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Savm ve sıyâm ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde, hadislerde ise çok sayıda geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “śvm” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “śvm” md.). Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder. Serahsî’nin “belirli kimselerin belirli zamanda belirli fiillerden belirli bir amaçla uzak durması” şeklindeki tanımı bu ibadetin kimler açısından sahih sayıldığını belirtmeyi hedeflemektedir (el-Mebsûŧ, III, 54). Süresi içinde kişinin kendini oruç yasaklarına karşı tutmasına imsâk denir, bu kelime “oruca başlama, orucun başlangıç anı” mânasında da kullanılır. Vakti gelince orucu usulüne göre açmaya, yani orucu sonlandırmaya iftâr adı verilir.

A) İslâm’dan Önceki Dinlerde Oruç. Belirli bir süre yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durma, perhiz yapma ya da belirli yiyecekleri yememe, sükût etme, ağzı ve kulağı yalandan ve kötü sözden koruma vb. şekillerde yerine getirilen oruç ibadetine hemen bütün dinlerde rastlanır. Oruç tövbe, kefâret, matem ve bir ritüele hazırlık gibi amaçların dışında sihir ve zühd gerekçesiyle de tutulmuştur.

Yahudilik. Yahudilik’te öncelikle nefsi alçaltma vasıtası kabul edilen ve “tzom” veya “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan oruç ibadeti, “Canlarınıza cefa edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16/29) ya da Kral Dâvud’un yaptığı gibi (II. Samuel, 12/16-18) Tanrı’ya dua öncesi yapılması gereken bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. İşaya’da (58/3-8) gerçek orucun kötülüklerden uzak durmak, mütevazi olmak, mazlumlara ve düşkünlere yardım etmek gibi iyi fiillerle desteklenmesi gerektiği bildirilmiştir. Yahudi kutsal metinlerindeki ifadelerden orucun, insanların bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları kötü fiillere kefâret ve böyle bir durumdan ötürü duyulan pişmanlığın dışa vurulması için tutulduğu anlaşılır. Kefâreti gerektiren fiil kişinin bizzat kendisinin işlediği bir eylem olabileceği gibi ailesinin veya aynı soydan hatta milletten birinin gayri ahlâkî bir eylemi veya kusuru da olabilir (I. Krallar, 21/ 1-10; I. Samuel, 14/17-29; Yeremya, 36/3-10). Yahudilik’teki en önemli oruç, kefâret günü (Yom Kipur) orucudur. O gün yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü duydukları pişmanlığı dile getirerek Tanrı’dan af dilerler. Tevrat’ın Levililer bölümünde (16/29-31; 23/27-32) yahudilerin bugünde yaptıkları dinî törenler ayrıntılı biçimde anlatılır. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu tutulma çağına gelmiş bütün yahudilere farz olan bu oruç yahudi ay takviminin birinci ayı olan tişrinin onuncu günü tutulur. Oruç arefe günü güneş batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu süre içinde yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik yapma, yağlanma ve ayakkabı dahil, deriden yapılmış bir şey giyme haramdır (Mişna, 8/1). 

 

Sahur

Oruca başlama vakti olan imsak vaktinden evvel yenilen gece yemeğine sahur denir. ‘Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun’ (Bakara, 2/187) mealindeki ayet-i kerimede sahur vaktine atıf yapılmıştır.

Hz. Peygamber sahur yemeğini teşvik etmiş ve bunda bereket olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (a.s.) ’Sahura kalkınız, sahurda bereket vardır’ (Müslim, Sıyam, 45) buyurmuştur.

İmsak

Sözlükte tutmak anlamına gelen imsak kelimesi, dini bir terim olarak, sabahleyin şafak sökmeye başladığı andan itibaren güneşin batışına kadar başta yeme, içme ve cinsel ilişki olmak üzere orucu bozan şeylerden uzak durmak, kendini tutmak demektir. Oruca başlama vakti, fecr-i sâdık, yani tan yerinin ağarmasıdır. Bitiş vakti ise o gün güneşin batışıdır.

İftar

İmsakın zıttı iftardır. İftar, sabahleyin şafak sökmeye başladığı andan itibaren güneşin batışına kadar orucu bozan şeylerden birini işlemek veya oruç tutmamak demektir. Günlük kullanımda iftar, oruçlu kimsenin vakti gelince usulüne uygun biçimde orucunu açması için kullanılmaktadır.

Not: Hz.Peygamber, iftar vakti girdikten sonra, oruçlunun iftarını geciktirmemesini tavsiye etmiştir. Oruç açılırken dua etmek müstehaptır. Hz. Peygamber, İftar esnasında yapılan duaların kabul edileceğini müjdelemiş ve kendisi de, “Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttuk, Senin verdiğin rızıkla orucumuzu açtık, bizden kabul buyur; çünkü Sen her şeyi işiten ve bilensin” (İbn Mâce, Sıyâm, 48; Dârekutnî, II/185) şeklinde dua etmişlerdir.

Mukabele

Mukabele kelimesi, karşılaştırma ve yüzleştirme anlamına gelmektedir. Örfümüzde bu kelime, bir kimsenin Kur’an-ı Kerim’i okuması, başka insanların da onun okuduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlemesi şeklinde gerçekleştirilen gelenek için kullanılmaktadır.

Bu uygulamada okuyan genellikle ezberden okur, dinleyenler de onun okuduğu yeri mushaftan izlerler. Yine bu kullanımla bağlantılı olarak Ramazan’da Hafıza hafızların cemaat huzurunda Kur’an-ı Kerim okumaları da mukabele denmektedir.

Mukabele suretiyle Kur’an-ı Kerim’i okuyup dinlemenin başkalarını da okumaya teşvik etmesi, okuyan ve dinleyenler üzerinde ruhî bir sükûnet meydana getirmesi, sevap kazandırması gibi birçok faydası vardır.

Fiyde

Sözlükte bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan veya tutsaklıktan kurtarmak için ödenen bedel anlamına gelen ‘Fidye’, bir oruç terimi olarak, her hangi bir mazeret sebebiyle Ramazan orucunu tutmayan kimsenin kaza edebilme ümidi de yoksa tutamadığı oruçların yerine geçmek üzere bedel olarak fakirlere para vs. vermesi anlamına gelmektedir.

Oruçla ilgili fidye, yaşlılık veya iyileşme ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kişinin, daha sonra kaza etmesi mümkün görünmediğinden, tutamadığı her gününe karşılık bir fakiri sabahlı akşamlı doyurması veya ona bunun karşılığını ödemesidir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir fakir doyumu kadar fidye öder.” (Bakara 2/184)buyrulmaktadır.

Oruç tutmaya gücü yetmeyen düşkün ve yaşlı kimseler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, Ramazan ayının her günü için birer fidye verilir. Fidyenin tutarı, fitre miktarıdır. Bu fidyeler Ramazanın başlangıcında verilebileceği gibi, Ramazanın içinde veya sonunda da verilebilir. Fidye verecek olanlar dilerlerse, fidyenin hepsini bir fakire topluca verebilirler, dilerlerse de ayrı ayrı fakirlere dağıtabilirler. Bu durumda olan kimseler, fidye vermeye de güç yetiremezlerse Allah^tan bağışlanmalarını dilerler.

Fitre

Fıtır sadakası olarak da ifade edilen fitre, bir bakıma Ramazan bayramı münasebetiyle verilen bir sadakadır. Yaratılış sadakası demektir. Halk arasında baş sadakası olarak da ifade edilir. Şükür olarak verilir.

Temel ihtiyaçların gazla olarak nisap miktarı bir mala sahip olan Müslümanların kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler için vermekle yükümlü oldukları bir sadakadır.

Nisap miktarı, zekât ünitesinde geniş olarak açıklanmıştır. Bu miktar, fıtır sadakası için, temel ihtiyaçlardan ve borçlarından fazla olarak asgari 80.18 gr. Altın değerinde bir biriktirme veya fazla mal ve eşyanın sahip olmaktadır. Ramazanda oruç tutmamış olanlar da Fıtır Sadakası veriler.

Fitrenin verilebileceği yani kişiye vacip duruma geldiği vakit tam olarak Ramazan Bayramı sabahıdır. Dolayısıyla o günlerden önce ölen ve sözgelimi o zamana kadar zengin iken o vakitte fakir düşen kimselere fıtır sadakası vacip olmaz bu kurala göre, bayram gecesi güneş doğmadan önce doğan bir çocuğa bakmakla yükümlü olan kişi, şayet fıtır sadakası vermekle yükümlü ise, bu çocuğu da fitresini vermekle yükümlüdür.

Zekât nisabından farklı olarak fıtır sakası nisabında, kişinin elindeki temel ihtiyaçlarından fazla birikimin, gerçekten veya hükmen nâmi (artıcı) mahiyette olması ve üzerinden bir yılın geçmesi şart değildir.

Fıtır sadakasında verilecek meblâğ, normal olarak bir fakirin bir günlük yiyeceğidir. Fıtır sadakasının kıymet olarak da verilmesi caizdir. Fakirin menfaatine uygun olanın tercih edilmesi daha faziletlidir.

 

 

 

ORUCUN ÇEŞİTLERİ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oruç, farz, vacip ve nafile olmak üzere üçe ayrılır. Ayrıca tutulması yasaklanan oruçlar da vardır. Bunlar orucun bizzat kendisiyle değil de tutulduğu vakit veya tutulma şekliyle ilgilidir. Bu konu "Yasak Edilen Oruçlar" başlığı altında müstakil olarak ileride gelecektir. 

1. Farz Oruçlar 

Farz olan oruçlar; Ramazan orucu, Ramazan orucunun kazası ve Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulan kefaret orucu, zıhar, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda iken vaktinden önce tıraş olma(halk) ve yemin için tutulacak olan kefaret oruçlarıdır. 

a. Ramazan Orucu: 

Ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Farz oruç deyince Ramazan orucu kastedilir. Bu ay Ramazan orucuna tahsis edilmiştir. 

b. Ramazan Orucunun kazası. 

Bu, kendisine oruç farz olan bir kimsenin Ramazan ayında tutmadığı veya meşru bir ma'zeretinden dolayı bozduğu her günkü orucun karşılığı olarak, ramazan ayının haricinde oruç tutmasıdır. Buna göre bir kimse yolculuktan, hastalığının artmasından (bu durum hastanın kendi kanaatiyle veya uzman Müslüman bir hekimin bildirmesiyle olur); kadınlar da hayız, nifas gibi bir mazeretten dolayı oruç tutmaz veya bozarlarsa, tutamadıkları gün sayısınca oruç tutmaları farzdır. Bunu Kur’ân'ın şu ayeti ifade etmektedir: “Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.” 

Ramazan orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden sonraki Ramazana ayı geldiğinde, gelen Ramazan orucunu tutar daha sonra kazaya kalan orucunu tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir. 

Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelirse, gelen Ramazan orucu tutulur kazaya kalan oruçlar için hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. 

Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan bir kimse, kazaya kalan oruçların tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş iken, bunları kaza etmeden ölüm sürecine girmişse malının üçte birinden ödenmek üzere kazaya kalan her bir gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu fidye fakirlere verilir. Aynı şekilde meşru bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimsenin de ister kaza edecek vakit bulsun ister bulamasın, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmesi vacipdir. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Böyle bir kimse vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerlerine vacip değildir. Ama isterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler. Ölen kimsenin vârisleri veya vârisi olmayanlar ölü adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına vekalet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler. 

İmam Şafiîye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da velisi oruç tutabilir. 

c. Kefaret Oruçları 

Ramazan Orucunun kefareti 

Ramazan orucunu, kasden, bilerek veya herhangi bir özür olmaksızın bozmak, kaza ile birlikte iki ay peşipeşine kefaret orucu tutmayı da gerektirir. Bu husus değişik hadislerde bildirilmiştir: 

Ebu Hureyre (r.a) dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: 

Bir adam Resulullah'a gelerek: ‘Mahvoldum!’ dedi. Peygamber Efendimiz: ‘Seni mahveden şey nedir?’ buyurdu. Adam: ‘Ramazan’da hanımımla ilişkide bulundum.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Köle azad edecek kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Altmış fakiri doyuracak kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam yine: ‘Hayır’ dedi. Sonra adam oturdu. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’e bu esnada bir zenbil içinde hurma getirildi. Peygamber Efendimiz bu hurmaları adama uzatarak, ‘Bunları sadaka olarak ver.’ buyurdu. Adam: ‘Bizden daha fakiri mi vardır?’ Medine'nin doğusu ve batısındaki siyah taşlık yerler arasında bizden daha muhtaç bir aile yoktur.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) dişleri görününceye kadar gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Git bunları ailene yedir.’ 

Ebu Hureyre (r.a) dan rivayet edilen bir başka hadiste şöyledir: “ Bir kimse Ramazan ayında orucunu bozmuştu. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) ona bir köle azat etmesini buna gücü yetmiyorsa iki ay oruç tutmasını bunu da yapamıyorsa altmış fakiri doyurmasını emretti.” 

Konu ile ilgili bir diğer hadiste şu şekildedir: “Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Ramazan ayında orucunu bozan bir kimseye kefareti zıharı emretti.” Biraz sonra açıklanacağı üzere kefaret-i zıhar da iki ay peşpeşe oruç tutmak vardır. Şafiî mezhebine göre sadece cinsi münasebet yolu ile kasden bozulan Ramazan orucundan dolayı kefaret orucu gerekir. 


Zıhâr Kefareti 

"Zihâr", sırt anlamina gelen "zahr" kelimesinden türetilen bir kelimedir. Anlamı : "sırtlaşma, sırtını sırtına benzetme" demektir. Istılahî manası ise bir kimsenin karısının vücudunun tamamını veya onun yarısı gibi bir kısmını veyahutta tümüne delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan annesi ve kız kardeşi gibi bir kadının tamamina veya bakması haram olan bir uzvuna benzetmesi demektir. Mesela, hanımına: "Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin, senin boynun annemin arkası gibidir." demesi gibi. Bu şekilde söz söyleyen mükellef bir müslümana kefaret gerekir. Ve bu kefareti yerine getirmeden karısı ile ilişki kurması helâl değildir. Çünkü bu şekildeki bir ifade ile yalan konuşmuş ve helâl olan bir şeyi haram göstermiş olmaktadır. Zıharın kefareti peşpeşe iki ay oruç tutmaktır. İşte bu şekilde kefaret-i zıhar olarak peşpeşe iki ay oruç tutmak da farz olan oruçlardandır. Eğer bu şekilde oruç tutmaya güc yetirilemiyorsa altmış fakirin sabah-akşam doyurulması gerekir. 

Yemin kefareti 

Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir müslümana gereken kefarettir. Böyle bir kimsenin gücü yetiyorsa, on fakiri akşam-sabah doyurması veya on fakiri vücudun tamamını örtecek şekilde giydirmesi gerekir. Bu itibarla sadece bir pantolan yeterli olmaz. Bu na gücü yetmiyorsa üç gün arka arkaya oruç tutar. Bu şekilde yemin kefareti olarak tutulması gereken oruç da farz olan oruç grubundandır. Bu oruç arasına, hayız sebebiyle dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden tutulması gerekir. 

Şafiîlere göre, bu orucu peşpeşe tutmak şart değildir. 


Traş Olma Keffareti 


Traş kefareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını vaktinden önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. 

Adam Öldürme (Katl) Kefareti 


Bir müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren bir müslümana gereken kefarettir. Gücü varsa bir mü'min köle veya cariye azad eder. Buna gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar. 



2. Vacip Oruçlar 

Vacip oruçlar, nezredilen (adak olarak belirlenen) oruçlarla, başlanıp bozulmuş nafile oruçların kazası olmak üzere iki kısımdır. 

Nezir orucu 

Nezir, mükellef olmadığı halde Allah'a ta'zim için yapılmasında sakınca olmayan bir fiilin yapılmasını üstlenmek, kendi üzerine mecbur kılmaktır. Sadece Allah rızasını kazanmak için namaz, oruç, kurban gibi ibadet cinsinden bazı şeyleri nezretmek makbuldür ve sevaba vesiledir. “Nezrim olsun yarın Allah rızası için oruç tutayım (veya) muhtaçlara şu kadar yardım edeyim..” gibi. Böyle bir nezirde bulunan insana, nezrettiği şeyi yerine getirmesi vacip olur. Zira Cenab-ı Hakk: “... Nezirlerini yerine getirsinler.” buyurmaktadır. Allah Rasulü de: “Her kim Allah'a itaat edeceğini adarsa, itaat etsin, her kim de Allah'a isyan edeceğini adarsa, Allah'a asi olmasın.” buyurmuşlardır. 


Nezredilen bir oruçta, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, mesela falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vacip olur. Ve tayin edildiği günde tutulması gerekir. Nezredilen itikaf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen bir vacip sayılır. Orucun tutulacağı gün tayin edilmemişse, gayr-ı muayyen vacip olur. Oruç tutmanın yasaklanmadığı(Ramazan Bayramı’nın 1. günü ile Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmak caiz değildir) her hangi bir günde tutulabilir. 

b)Bozulan nafile orucun kazası. 

Prensip olarak başlanılan bir ibadeti özürsüz olarak bozmak haramdır. Çünkü başlanmış bir ibadeti devam edip bitirmek vacibdir. Ayet-i Kerîme de şöyle buyurulmaktadır: " ..Başlanmış olan her hangi bir ameli bozacak bir fiil de bulunarak amellerinizi ibtal etmeyin" (Muhammed, 47/33) 

Başlanılan bir ibadetin tamamlanması esas olmakla birlikte nafile olarak başlanılan namaz veya oruç gibi bir ibadet tamamlanmadan, herhangi bir sebepten dolayı bozulsa, bilahare kaza edilmesi gerekir. Ziyafet, davet gibi bir sebeple nafile orucun bozulabileceği söylenmiştir. Şöyleki davet edildiğinde yemek yemediğinde davet sahibi alınacaksa bu durumda orucu bozar. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse orucunu bozmaz. 

Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemiz şu hâdiseyi bizlere nakleder: “'Ben ve Hafsa oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız yemeği çekti, biz de onu yedik. Daha sonra Rasûlullah gelince, Hafsa benden önce hemen Rasulullah'a şöyle dedi: “'Ey Allah'ın Rasulü! Biz oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız çekti bizde onu yedik.”' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)) şöyle buyurdu: “Bu günün yerine, başka bir günde kaza olarak bir gün oruç tutunuz.” 

Burada bir hususun üzerinde durmak istiyoruz. Biraz önce ifade edildiği üzere başlanılan ibadetin tamamlanması vaciptir. Yani vacip olması orucun bozulmasına değil başlanılmış olmasına bağlıdır. Başlanılan ibadetin bir şekilde tamamlanması gerekir. Dolayısıyla vacibe dönsün de sevabı daha fazla olsun düşüncesiyle nafile orucun bozularak başka bir gün kaza edilmesi düşüncesi doğru değildir. Böyle bir davranış ibadetlere gösterilmesi gereken ciddiyete uygun düşmez. 

Nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, adet görecek olsa, bu orucu kaza etmesi gerekir. 

Şafiîlere göre nafile oruç tutan bir kimse orucu bozulduğunda veya bozduğunda dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez. 

3. Nafile Oruçlar 

Diğer bir adı da tatavvu olan nafile, farz olmayan ibadetlerle Allah'a yaklaşmadır. Kutsî bir hadiste Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), nafilenin önemini şu sözleriyle ifade buyurmuşlardır: “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaş¬maya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” 

Yine nafile olarak tutulan orucun fazileti hakkında Allah Resulü şöyle buyururlar: “Her kim Allah için bir gün oruç tutarsa, Allah Teâlâ yetmiş sene onun yüzünü cehennemden uzaklaştırır.” 

Nafile oruçların bir kısmı sünnettir. Sünnet olan oruçlar üzerinde durmaya çalışacağız. Bunun dışında bir kimse oruç tutulması yasaklanan günlerin dışında dilediği zaman Allah rızası için oruç tutabilir ve sevabına nail olur. Şimdi sünnet olan oruçlara geçiyoruz: 

Sünnet Olan Oruçlar 

Savm-ı Dâvûd 

Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) farz orucun dışında nafile olarak tutulan en faziletli orucun Savm-ı Dâvûd olduğunu bildirmiştir: Abdullah b. Amr rivayet ediyor: “Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm)’a benim, yaşadığım müddetçe mutlaka geceleyin namaz kıla¬cağım ve gündüzün oruç tutacağım, dediğimi haber vermişler. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalatu vesselâm), ‘Bunu sen mi söylüyorsun?’ diye sordu. Kendisine, evet, bunu ben söyledim ya Rasulallah, dedim. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm), “Ama senin buna gücün yetmez. Sen bazen oruç tut, bazen tutma, kâh uyu, kâh namaz kıl. Bir de her aydan üç gün oruç tut. Çünkü yapılan bir hayırlı amele mukabil on misli sevap verilir. Bu üç gün oruç bütün senenin orucu gibidir.” buyurdu. Ben, bundan daha fazlasına takat getirebilirim, dedim. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm): “Bir gün oruç tut, iki gün oruçsuz dur.” Buyurdu. Ben, “Bundan daha fazlasını yapabilirim.” dedim. Bunun üzerine, “Bir gün oruç tut, bir gün tutma. Bu en dengeli oruçtur.” buyurdular. Ben bundan daha iyisini yapabilirim” deyince “Bundan daha iyisi daha faziletlisi yoktur.” buyurdular. 

Başka bir hadislerinde de Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm): “En faziletli oruç, Davud’un (a.s.) tuttuğu oruçtur. Davud (a.s.) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.” buyurmakla bu orucun faziletine işaret etmiştir. 

b. Pazartesi-Perşembe Günlerinde Oruç 

Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bazı zamanlarda ibadet ü taata daha çok özen gösterir, diğer vakitlerdekinden daha hassas davranırdı. Hz. Aişe de bu mevzu ile alâkalı olarak: “Allah Rasulü, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tutmaya çokça özen gösterirdi.” buyurmaktadır. Allah Rasulü’nün hususiyle bu günlerde oruç tutmasının sebebi ise, bu günlerin insanların amellerinin Cenab-ı Hakk’a arz edildiği günler olmasıdır. Üsame b. Zeyd (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Ben Peygamber Efendimizin, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tuttuğunu görünce, O'na bunun sebebini sordum. Bana şu cevabı verdiler: “Ameller, Cenab-ı Hakk’a Pazartesi-Perşembe günleri arz olunurlar. Ben istedim ki Cenab-ı Allah'a amelim arz olunurken oruçlu olayım.” 

Başka bir rivayette de Rasulullah'a, Pazartesi günü tutulan oruçtan sordular. Peygamber Efendimiz: “Ben o gün dünyaya geldim ve o gün peygamberlik verildi veya bana vahiy indirilmeye başlandı.” buyurmuşlardır. 

c. Eyyam-ı Bîyz veya Her Aydan Üç Gün Oruç Tutmak 

Her ay üç gün oruç tutmak, Rasulullah'ın güzel âdetlerindendir. Oruç tutulan bu günlerin kamerî ayın 13, 14, 15. günlerinde olması daha faziletlidir. İşte bu günlere “eyyam-ı biyz” denilir. Bu ismin verilme sebebine gelince, bu zaman dilimlerinde geceleri ay, gündüzleri de güneş ile aydınlatılmış olmasındandır. Bu günlerde tutulan oruçların sevabı, katlanmak suretiyle yıl boyu tutulan orucun sevabı kadardır. Bir iyiliğe karşı on sevap verildiğine göre, -kim bir iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır - ayda üç günü on ile çarparsak otuz gün eder. Yani bu günlerde oruç tutan kişi, her gün oruç tutmuş sevabını elde eder. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bana üç şeyi tavsiye buyurdu. Bunlar: 1. Her ayda üç gün oruç tutmak, 2. İki rekât kuşluk namazı kılmak 3. Yatmadan önce vitir namazı kılmak. Ebu Zer (r.a.)’in rivayetine göre ise, Rasulullah şöyle buyurmuşlardır: “Ey Eba Zer! Aydan üç gün oruç tuttuğun zaman 13, 14 ve 15. günlerinde tut. 

d. Arefe Günü ve Zilhicce Ayında Tutulan Oruç 

Hacı olmayanlar, arefe günü oruç tutabilirler. Bu gün, kamerî aylardan Zilhicce’nin 9. günüdür. Peygamber Efendimiz, bu gün tutulan orucun, geçmiş ve gelecek birer yıllık günaha kefaret olacağını bildirmiştir. Bu günün faziletiyle alâkalı olarak da: “Arefe gününden daha çok Allah'ın cehennem ateşinden insanları âzad ettiği bir gün yoktur.” buyururlar. 

Hacceden insanların arefe günü oruç tutmaları Rasulü Ekrem tarafından yasaklanmıştır. Zira bu gün oruçlu olan kimse hac menâsikini yapmakta zorlanır, belki tam manasıyla ifa edemez. O zaman da öncelikle yapması gereken vazifeyi, ikinci dereceye atmış olur ki, bu da doğru bir şey değildir. 

e. Şevval’de Tutulan Altı Gün Oruç 

Kamerî aylardan olan Şevval, Ramazan'dan sonra gelen ayın adıdır. Bu ayda da altı gün oruç tutmak sünnettir. Zira Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir hadislerinde: “Her kim Ramazan orucunu tutar da sonra buna Şevval ayından altı gün ilave ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.” 

f. Aşûre Günü Tutulan Oruç 

Aşûre günü, kamerî ayların birincisi olan Muharrem ayının 10. günüdür. Aşûre gününün orucu hakkında İbni Abbas (r.a.) bize şu malumatı aktarır: “Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) Medine'ye hicret ettiğinde Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve: “Bu oruç nedir?” diye sordu. Kendisine şöyle cevap verildi: “Bu gün iyi bir gündür. Allah Teâlâ bu günde Musa (a.s.) ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa (a.s.) bu günde oruç tutmuştur.” Peygamber Efendimiz de (aleyhissalatu vesselâm): “Ben Musa'ya sizden daha yakınım” buyurdu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.” Bu durum Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar devam etti. Daha sonra ise Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) Aşure orucu mevzuunda insanları muhayyer bıraktı. Şu hadis-i şerif bu muhayyerliği ifade eder: “Bu gün Aşure günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın.” 

h. Şaban Ayında Tutulan Oruç 

Rasul-ü Ekrem’in tuttuğu oruçlardan birisi de, Şaban ayında tuttuğu oruçtur. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) bu ayda oruca kendini daha çok verir, hatta Ramazan'la bitiştirirdi. Ümmü Seleme validemizin rivayet ettiği bir hadiste: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)'in yıl içinde Şaban ayı dışında tam bir ay oruç tuttuğu olmamıştır. Şaban ayını Ramazan'a bitiştirirdi.” denmektedir. Hz. Aişe (r.anha) de bu mevzuda şu haberi bize nakleder: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Şaban ayından daha fazla hiçbir ayda oruç tutmazdı. Şaban ayının tamamını oruçlu geçirirdi.” 

 

bottom of page